Ayhan Çitil’e Ait “Bilimsel Teori, Açıklama ve Model” ve “Modern Bilimin Kant’a Dayanan Kökenleri” Sunumlarının Özet ve Genel Değerlendirmesi
Bilimsel Teori, Açıklama ve Model
Evvela, metafiziksel varsayımların bilimsel açıklamayla ilişkisi ile başlayacağım. Belki sizi daha yakından ilgilendirecek asıl konular, çağdaş bilimsel açıklama anlayışı adıyla ikinci kısımda başlayacak. Oradan hareketle bilimsel yasa ile bilimsel teorinin ve modelin ne olduğu üzerinde duracağım. Bilimsel teorilerin gelişimi konusunun bu proje çerçevesinde önemine işaret edecek ve oradan hareketle Lakatos’un bilimsel araştırma programından bahsedeceğim. Sonraki bölümde ise modern bilim anlayışının Kant ile olan bağından bahsedeceğiz.
I. Metafiziksel Varsayımların Bilimsel Açıklama ile İlişkisi
Aristoteles ‘burhan’ı şöyle tanımlamaktadır: “Bir nesnenin kendisi dolayısıyla var olduğu nedenini bilip bu nedeni de nesnenin nedeni olduğunu bildiğimizde, yanı sıra nesnenin olduğundan başka türlü olmasının mümkün olmadığını düşündüğünüz zaman, bir nesnenin bilimsel bilgisine sofistlerinki gibi sırf ilintililik üzerinden değil, mutlak tarza sahip olduğumuzu düşünürüz. (İkinci Analitikler, 1:2)
Bu, çıtası oldukça yüksek, son derece iddialı görünen bir bilimsel bilgi tanımıdır. Bu tanımı iddialı kılan husus ise, bir şeyin diğer bir şeye neden olduğunun anlaşılabileceği ve dahi bunun zorunlu olduğunun bilinebileceği gibi mutlak olana dair bir takım iddialara sahip olmasıdır. Böylesi bir mutlaklık arayışının metafizikle bağının bulunması ise kaçınılmazdır.
Bu noktada Aristoteles’in bazı metafiziksel varsayımlarından bahsedebiliriz. Aristoteles’in hocası Platon, Parmenides’den oldukça etkilenmiş ve onun “düşünme ile varlığın bir olduğu” iddiasıyla çok yakından ilgilenmiştir. Platon’un felsefesinin asıl çıkış noktası bir bakıma bilge ile sofistin ayırt edilmesidir. Sofist adlı diyaloğunda Platon, bir şeyin nedenini bilgece bilmenin sofistçe olanından nasıl ayırt edilebileceğini soruşturur. Buradan hareketle gerek bir düşünme ve varlık ve gerek bir konuşma ilkesi olarak çelişmezlik’i ortaya koyar. Böylece, dilin çelişmezlik ilkesi gibi düşünmenin imkânları üzerinden hakkında konuştuğu şeyin, düşünülen nesneler olduğu tasavvur edilmeye başlanıyor. Herhangi bir şey, hakkında konuşulup bilimsel olarak incelenecekse, o nesne çelişmezlik ilkesi itibarıyla tam belirlenmiş kabul edilerek işe başlanıyor. Her bir nesne, kendisine taalluk edebilecek çelişik yüklem çiftlerinin bir tanesine sahip olarak orada bulunuyor. Bu ise, belirli bir metafizik ön kabuldür. Biz bilsek de bilmesek de, bir nesnenin P veya ̴P yükleminden birine sahip olduğu konusunda bir belirsizlik bulunmuyor. İkisinden bir tanesine sahip olmak zorunda ve bu araştırıldığında bulunabilir. Ayrıca herhangi bir nesne diyor Platon, bazı yüklemler ile karışırken bazıları ile karışmaz (κοινωνία). Dolayısıyla bilimsel bilgi, aslında hangi nesneye hangi yüklemlerin taalluk ettiğini belirleme işidir.
Dikkat edilirse, ‘neyin var olup neyin olmadığıyla ilgili bir perspektif, varlık hakkında nasıl konuşabileceğimiz hususundaki yaklaşım, ‘var olan şeylerin nasıl şeyler olduğu’ hakkında benimsenen tavırlar gibi metafiziksel kabuller bilimsel araştırma öncesinde çerçeveyi belirliyor. Aristoteles dildeki özel adların başka terimlerin yüklemleri olamamalarından kaynaklanan ayrıcalıklı konumundan dolayı, o özel adların, adlandırdığı cevherlerden mürekkep olduğunu düşünüyor. Dolayısıyla, dil ve mantıkla ilgili anlayış ve onun kişiye tasvir edip sunduğu metafiziksel perspektif, bilimsel araştırmaya başlamadan önce nasıl bir evrende, nasıl bir nesne dizgesi içerisinde bulunulduğu konusundaki bakış açısı ile ufku da tayin ediyor.
Bilim yapmanın asıl amacı, değişimi anlamaya ve açıklamaya çalışmaktır. Bu proje çerçevesinde ele alınacak bilimsel kuramların da zaten asıl açıklamaya çalıştığı şey budur. Değişimi anlarken yine çelişmezlik ilkesinin sağladığı imkânlardan yola çıkılıyor. Belli bir nesne tam belirlenmiş olması itibarıyla belli yüklemlere bilfiil sahip; belli yüklemlere ise kuvve/imkân halinde sahip olduğu söyleniyor. Dikkat edilirse hep düşünce üzerinden gidilerek değişimi çelişkiye düşmeden açıklayabilme imkânı sağlanıyor. Nesne, düşünceyle varlığın özdeşleştirilmesi ve tam belirlenmişlik üzerinden ele alınıp yüklemler üzerinden düşünüldüğü için, değişim tıpkı bir kıyastaki büyük öncül ve küçük öncülün belirli bir biçimde bir araya gelmelerinden sonucun zorunlu olarak çıkması gibi düşünülüyor. Aristoteles’in meşhur tabiriyle eğer bir şey mümkünse, doğrudur da. Yalnız bilfiil gerçekleşmemiş olabilir. Küçük öncül o şartların ortaya çıkmasıdır. Zaten doğru olan ama mümkün olan şey, küçük öncüldeki şartlarla bir araya geldiğinde zorunlu olarak o değişimdeki sonucu meydana getirir. Dolayısıyla az önceki burhan tanımında olduğu gibi, düşüncede sahip olunan zorunluluğun bir benzeri evrendeki işleyişi açıklamak üzere kullanılıyor. Binaenaleyh, bu metafiziksel arka plan olmaksızın bir Aristoteles fiziğinden, bir cevher fiziğinden söz etmek mümkün değildir.
Bu konuda Platon’un nasıl düşündüğüne de kısaca göz atabiliriz. Phaedon’da şunları dile getiriyor:
Bununla beraber bu gibi şeylere sebep adını vermek sapıklığın son haddi olacaktır. Bunun aksine olarak kemik ve kaslara, bunlardan başka da benim olan her şeye sahip olmaksızın meramımdakileri yapmaya gücümün yetmeyeceği söyleniyor; bu doğrudur. Fakat yaptığımı bundan dolayı yaptığımı, bunu yaparken de en iyiyi seçmekle değil, zihnimle yaptığımı söylemek düpedüz bir mantıksızlık olur. Bu, gerçek nedenin başka, nedenin kendisi olmaksızın asla neden olamamasının ise daha başka bir şey olduğunu ayırt edemediğini göstermektedir. (…) Bu yüzden de biri dünyayı bir kasırga ile sararak onu olduğu yerde göğe tutturur, bir başkası onu temeli hava olan geniş bir hamur teknesi olarak anlar. Oysa onlar nesnelerin şimdi mümkün olduğu kadar iyi bir durumda olmasının sebebi olan kudreti araştırmazlar, kendisinde ilahi bir kuvvet olduğunu düşünmezler. Fakat bundan daha çok kuvvetli daha ölmez ve nesnelerin hepsini daha iyi tutan bir Atlas bulup çıkardıklarını sanırlar. Geçekte ise, nesneleri bağlayan ve tutanın iyilik ve gereklilik olduğunu asla akıllarına getirmezler.” (Phaedon 99b-c)
Platon fiziğin sınırları içerisinde kalarak bir şeylerin fiziksel bir teori üzerinden açıklanabileceğini; bir ilk hareket ettirici veya Atlas bulunup bunun her şeyi bir arada tutan ilke olduğunun düşünülebileceğini ifade ediyor. Gelgelelim şeylerin niye böyle olup da başka türlü olamadıkları zorunlulukla bilinmek isteniyorsa, bu araştırmanın bilimsel/fiziksel bir araştırmanın ötesinde zorunluluk ve hayırla ilgili bir nedenin araştırması olması gerekeceğini de ekliyor.
Sizin araştırmalarınızı yapacağınız dönemde Aristoteles’in bir bilimsel araştırma perspektifi ve onun arkasında belli bir metafizik olduğu gibi, semavi dinlerin ilahiyatı ile de birleşen ve Platon’un görüşüne çok daha yakın düşen daha başka bir anlayış da var. İkisi o metafiziksel arka planı oluşturuyorlar. Bazen bir tanesi bazen diğeri birilerinin düşüncesinde ön plana çıkabiliyor. Dolayısıyla o araştırmalardaki o arka planı açmak ve aydınlatmak kimin ne kadar Aristoteles’e kimin ne kadar Platon’a yakın olduğunu açmak anlamına da geliyor.
Mesele Platon ve Aristoteles ile sınırlı da değil. Atomculuğa da bakabiliriz. Antik Yunandaki atomcu görüşlerin ortaya çıktığı metafiziksel arka planda gene Parmenides’in gündeme getirdiği tartışma var. Bir ve Çok tartışması. O, düşünmeyle varlığı özdeşleştirdiğinde duyusal alanda sanki düşüncelerde belli bir çokluğa sahipmişiz gibi düşünmeye meylettiğimizi de söylemiş oluyor. Çünkü hissi alanda farklı yüklemlerinin olmasından bahsedebiliriz. Onun bu noktada iyi anlaşılması gereken bir ifadesi var: Ampirik olandan (αἴσθησις) kaynaklanan çokluğu filmi geriye sarsarak alsak düşüncede bir çokluktan bahsedebilir miyiz? Parmenides’in buna cevabı olumsuz: Hissi olandaki çokluğu işin içine katmadan, kendinde ve düşüncede bir çokluktan söz edilemez. Bundan söz edebilmek için düşüncede “çok”u ortaya çıkaran bir ilkeye ihtiyaç var. Ama eğer varlık düşünce ise, bu ikiliği ortaya çıkaran düşünülemeyen olur. Düşünülemeyene ise varlık atfedilemez.
Bazı Atomcular bu konuda Parmenides’i haklı bulmuşlar: Varlık bir, parçalanamaz ve durağan olmalı, kendinde değişim olmamalı. İşte diyorlar, bu ilke atomdur. Yani “atoma” aslında Parmenides’çi diğer bir ifadeyle metafiziğe dayalı bir ilke. Ancak bir yönüyle ondan farklı düşünerek atoma dedikleri bu ilkenin bir değil çok olduğunu söylüyorlar. Bu durumda da bunları birbirinden ayıran, devinip hareket etmelerini, farklı bağlantılara girmelerini sağlayan başka bir ilkeye ihtiyaç beliriyor. Bunun üzerine το κενόν denilen boşluğu ikinci bir ilke olarak vaz ediyorlar. Ancak bu defa karşımıza çok önemli başka bir sorun çıkıyor. Atoma içine girilemezlik ve bölünemezliği ile fiziksel bir ilke iken το κενόν ancak matematik ve uzam üzerinden düşünülebilen bir unsur. Dolayısıyla Atomcu metafizik açısından çok önemli bir fiziksel-matematiksel karşıtlığı sorunu zuhur ediyor.
Bugün çağdaş fizik hâlâ aynı sorunla meşgul. Matematiksel olanla fiziksel olan nasıl bir münasebete sahip? Köklerinde bir benzerlik var mı? Sizler bu ön dayanakları açıklamaya teşebbüs ettiğinizde, metafizikle ilgili bu farklı mevzilenmeleri ayırt edip açmak durumundasınız.
II. Çağdaş Bilimsel Açıklama Anlayışı
Çağdaş bilimsel açıklama anlayışları bize bu konuda neler söylüyor? Burada hep ifade ettiğim üzere “bir tür metafiziğin elenmesi” sorunuyla karşı karşıyayız. Kant başta olmak üzere birileri, zamandan bağımsız kendi başına bir düşünce olduğundan hiçbir şey anlamadıklarını; nesneleri düşünsel ve tam belirlenmiş olarak ele alarak bunlar üzerinden nedensellik gibi olguları açıklamaya kalkmanın temelli bir yanlışı barındırdığını söylüyorlar: Kendi başına düşünülürler yok. Dolayısıyla nedensellik dâhil hemen her şey ciddi bir probleme dönüşüyor. Aristoteles’in özellikle bilimleri ilişkilendirdiği neden (αἰτία) kavramı 20. Yüzyılın büyük bir bölümünde önemli olmaktan çıkıyor.
Yukarıda değindiğimiz tarzda bir metafiziğin arka planındaki varsayımlar sorunlu olmaya başladıktan sonra, neyin bilimsel olacağı sorunu ortaya çıkıyor. Metafiziksel arka plan reddedildiğinde “bu bilimseldir” demekle artık ne kastediliyor?
Mantıkçı pozitivistlerin de etkisiyle, elimizdeki varsayım ya da kuramların, bir şeylerin niçin öyle olduğunu ya da başka türlü olmayacağını açıkladığında değil; olguların ya da fenomenlerin betimlenmesini doğru bir şekilde sağladığı, meşhur ifadesiyle ‘fenomenleri kurtardığı’ sürece bilimsel olduğu” şeklinde bir anlayışa geçiş yapılıyor.
Yasacı Açıklama
Bu minvalde birçok açıklama yöntemi bulunuyor. Bunlardan birisi yasacı açıklamadır (deductive nomological). 19. Yüzyıla kadar geriye gidebilen bu düşünüş biçimi şöyle diyor: Aristoteles’e göre öncüller, külliler noesis (νόησις) fiili yoluyla biliniyordu. Akıl, doğrudan ampirik tecrübesinde biriken “empiria”ya yönelerek orada ortak olan şeyi, külliyi yakalıyordu. Tümelleri de bu yakalama fiili üzerinden birbiriyle ilişkilendiriyordu. Gelgelelim modern dönemde metafiziğin elenmesi bu noktada kritik bir soruyu ortaya çıkarıyor: Kendi başına düşünülürler yoksa zihin orada neyi yakalayabilir? Böylece ampirik olana yönelip bir yakalama fiiliyle külli olanı devşirme, oradaki istidatların temeli olan şeyi tutup alma fikri geçerliliğini yitiriyor. Onun yerine şu teklif ediliyor: Bir şey açıklamak konusunda Aristo’nun dediğini kabul edelim. Ama büyük öncülün nerden geldiği artık önemli olmaktan çıkmalıdır. Diğer bir deyişle bilimsellik açısından önemli olan yasayı ya da yasayı içeren kuramın nasıl keşfedildiği (context of discovery) değil; kuramdan hareketle bir sonucun küçük öncüle bağlı olarak çıkarabilmesi (context of justification) olsun.
Yasacı açıklama, bir açıklamanın bilimsel olabilmesi için büyük öncülünüzün yerinde bir takım yasaların olması gerektiğini söylüyor. Bu yasalar ise evrensel genellemelerdir. Dolayısıyla “Bütün A’lar, B’dir” gibi bir evrensel genelleme, bir yasa olmadan bir bilimsel açıklama olamaz. Bir açıklama ancak evrensel genelleme içerirse bilimsel açıklama olur anlayışı mantıkçı pozitivistlerin özellikle Karnap-Hempel çizgisinde geliştirilen önemli bir müddet ortodoksiyi temsil eden sonrasında ise pek kabul görmeyen bir yaklaşımdır.
III. Bilimsel Yasa
Genel bilimsel açıklama denilen şey bizi yasa meselesine getiriyor. Bilim felsefesinde “Bütün A’lar, B’dir” gibi önermelere yasa görünümlü önermeler denir. Ayrıca bütün bu tip bir görünüme sahip önermeler yasa değildir. Bilim felsefesinde bir evrensel genellemeye neye göre yasa denip denmeyeceği hala tartışmalıdır. Mesela “Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün cumhurbaşkanları erkektir” önermesi Bu “Bütün A’lar, B’dir” şeklinde bir önermedir. Fakat bu bir yasa değildir. O halde böyle bir önerme “bütün mıknatıslar demiri çeker” gibi bir önermeden nasıl ayırt edilecek? Bu konuda iki kriter öne çıkıyor. Birisi, “sınırlı sayıda bireyle belli bir yer ve zamanla sınırlı olmayan şeyler yasadır” yargısı. Diğeri ise A olmasaydı B olmazdı ifadesi gibi karşı olgusal (counter factual) önermeler ölçütü. Diğer bir deyişle “bütün A’lar B’dir” gibi bir önermeyi karşı olgusal bir tarzda “bu, mıknatıs olmasaydı demiri çekmezdi” diyerek de ifade edebiliriz. Fakat “bu, cumhurbaşkanı olmasaydı, erkek olmazdı” gibi bir ifade anlamsız olmaya başlıyor. Bu da evrenselleştirilebilme ölçütü ile son derece sıkı bir ilişkiye sahip. Hâsılı, bilimsel yasanın tam olarak ne olduğu da tartışmalıdır.
Öte yandan, neden konusunu tekrar bilimsel açıklamaya dâhil etmeye çalışanlar, bir şeyin bir şeyin nedeni olduğunu söylemek bir modalite ve zorunluluk içerdiğinden dolayı bunların evrensel genellemelerle de ifade edilemeyeceğini dile getiriyorlar.
Gözlem terimi &Teorik Terim
Aslında bilim yapmaya, bir bilimsel araştırma yapmaya başlamadan önce sanki ampirik tecrübemiz içerisinde tabiatta gözlemleyebileceğimiz bir takım nesneler orada varmışçasına düşünüyoruz. Onlar sanki bir sistem içerisinde kendisini gözlemlememizi bekliyorlarmış. Hâlbuki bu bir kurgudur. Bunun düşünce Kant’a kadar geri gidiyor. Kant’ın ideaların/akıl kavramlarının regulatif/düzenleyici kullanımı ismini verdiği, nesneler dünyasını, sanki orada gözlemlenebilecek nesneler ve olgular bir arada duruyorlarmış gibi tasavvur etmek. Buna makro nesne dizgesi de denilir. Buradaki kritik nokta ise neye gözlemlenebilir ve neye gözlemlenemez deneceğinin kararı verilirken zuhur ediyor.
Mesela sıcaklık artışını gözlemlenebilir mi? Sıcaklığın arttığını hissetmemizden yola çıkılarak bunun bir gözlem terimi olduğu söylenebilir. Ya da termometrede cıva sütununun yükseldiği görüldüğüne göre bu da gözlemlenebilen bir şey denilebilir. Ancak cıva sütunundaki yükselmeyi gözlemleyebildiğimiz halde sıcaklığın kendisini veya yükselmesini aslında gözlemlemediğimiz de öne sürülebilir. Dolayısıyla aslında neyin gözlemlenebilir olduğu, gerçekten gözlemin konusu olduğu, bunun sınırının nereden geçtiği tartışmalıdır. İşin içerisine mikroskop, teleskop gibi bir aracın girip kullanılması, teorik terimlerin kullanılmasını da gerektirdiği için, saf gözlemsel olguları bize vermediği de söylenebilir. Burada mesele yine Kant’a kadar gidiyor. Kant’ın meşhur üçlü nesne ayrımı var: Cıva sütununun yükselip alçalması gibi bazı nesneler olgu nesneleridir; tam gözlemlenebilir. Bazı inanç nesneleri var. Şimdilik bizi ilgilendirmiyor. Bir de kanaat nesneleri var. Kant’a göre kanaat nesneleri, benim ampirik kuruluşum ve farkındalığım sebebiyle gözlemleyemediğim ama araç kullanarak ya da geliştirerek gözlemlediğim ya da belki hangi aracı geliştirirsem geliştireyim gözlemleyemediğim ama hâlâ ampirik dünyanın bir parçası olan şeylerdir. Bu açıdan bakıldığında gözlemlenebilir olanın saha çizgisinin tam olarak nereden geçtiği ya da bugün buradan geçiyorsa gelecekte tam olarak nereden geçebileceği tartışma konusu.
Deneysel Yasa & Teorik Yasa
Gözlemlenebilirler, değişkenler ve terimlerin ne olduğu konusunda anlaşmaya varıldıktan sonra eğer gözlemlenebilen terimleri ilişkilendirebilen bir yasadan, bir genellemeden bahsediliyorsa, bu deneysel yasa adını alır. Eğer bir yasanın içerisinde gözlemlenemeyen, sadece teorik olarak bir takım ilke ve kurallar içerisinde anılan, postulat ve aksiyomlarla tanımlanan bir takım terimler geçiyorsa bunlara da teorik yasa denir.
Bir nesnenin ağırlığı gözlemlenebilir mi? Elimize aldığımızda eğer ona bir basınç uyguluyorsa ağırlığa sahiptir diyebiliriz diye düşünebilirsiniz. Ya da onun ağırlığının ölçülebilmesi için bir terazi sistemi geliştirir, birimler koyar ve ona göre bir şeyin diğerinden daha ağır olup olmadığını tespit edebiliriz; dolayısıyla ağırlık gözlemlenebilir bir şeydir diyebilirsiniz.
Peki, fizik açısından kütle gözlemlenebilir bir şey midir? İşte, bu çok tartışmalıdır. Newton’un meşhur F = M × A (Kuvvet = Kütle × İvme) formülü vardır. Aslında kütle diye bir şeyi karşımızda görmeyiz. Bir cismin kütlesini, madde miktarı olarak tanımlıyoruz ama bu elle tutabileceğimiz bir şey değil. Kütle nedir diye sorulduğunda, teorik yasa üzerinden, “bir kuvvet uygulandığında bir şeyin ne kadar ivmeleneceğini belirleyen her ne ise odur” diye tanımlayabiliriz. Dolayısıyla bir yandan gözlemlenebilir şeylerle ilişkilidir; çünkü ivmeyi, hızı yer değiştirmeyle ölçüp gözlemleyebileceğinizi düşünebilirsiniz. Ancak, kütlenin kendisi gözlem nesnesi veya gözlem terimi değil; teorik bir terimdir. Hatta bazılarına göre hız dahi teorik bir terimdir. Aslında görülen hız değil bir yer değiştirmedir. Dolayısıyla neye gözlem terimi neye teorik terim deneceği de oldukça problemli bir konu. Özetle, yasa görünümlü önermelerin belli şartları sağlaması hâlinde ya da “zorunludur ki, A ⇒ B dir” gibi neden içeren ifadelere bir kiplik ve zorunluluk içermesi dolayısıyla yasa denilir.
Bir de temel ve türetilmiş yasalar var. F = M × A’nın temel bir yasa olduğu söylendiğinde, sözgelişi gezegenlerin etkileşimiyle ilgili ortaya atılan bir yasayı ondan türetebildiğiniz için ya da aynı yasayı kullanıp akışkanlar mekaniğinde ondan türetebildiğiniz için bunlara türetilmiş yasalar deniliyor. Ama burada da neyin temel yasa olduğu, hangi yasaların hangi yasalara indirgenebileceği ve bu indirgeme tartışması bilimsel tartışmalar için önemli bir hâl alıyor.
IV. Bilimsel Teori ve Model
Mantıkta lengüistik dediğimiz dile dönüş süreçleri sonrasında sentaks ile semantiği radikal bir şekilde ayırma yoluna gidiliyor. Bir dilin kuruluşunun öncelikle sentaktik/sözdizimsel düzeyde gerçekleştiği düşünülmektedir. Mesela bir alfabe, bir sözcük grubu, sonra hangi sözcüklerin hangi dizilişlerinin dile ait olduğuna ilişkin kurallar bir dilin ortaya çıkması için sentaktik düzeyde yeterlidir. Ne ki, sadece biçime, işaretlerin sıralanışına ait olan düzeyde anlam da, doğruluk da bulunmaz. Yani matematik yapılırken ya da mantıksal dizge içerisinde teoremler ispatlanırken, aslında tamamen işaret dizilerinden işaret dizilerine geçilmeye çalışılan bir iş, sentaktik bir faaliyet icra edilir. Bu açıdan dilin kuruluşu da dillerin içerisinde yapılan ispatlar da formel işler olarak görülmektedir.
Mesela Frege mantığından hareketle biçimsel dilden şöyle bir önerme düşünelim:
Burada Ex ve Mx yüklemlerdir. Yüklemler Frege mantığında fonksiyonlardır. Her yüklem belirli bir evrende belirli bir küme belirliyor. Ex bir yüklem. X in yerine mesela a yazdığımda eğer a doğru ise Ex yükleminin kaplamında yer alıyor. Böylece Ex yüklemi bir kaplam belirliyor. Bütün o kaplamlara da fonksiyonların kaplamsal anlamı (extensive meaning) denilir. Bu önermenin formülünde mesela nin niceleyici, () sembolünün parantez, sembolünün tümel evetleme Ex’in yüklem olduğu biliniyor. Bu, dilin yorumlanması anlamına gelmektedir. Aslında dil biliniyor fakat doğru veya yanlış olduğuna dair henüz bir şey söylenemiyor. Çünkü E ve M’nin ne olduğu bilinmemekte. Ö: x (Ex Mx) ifadesi, dilin yorumlanması öncesinde sadece bir işaret dizgesidir ve hiçbir anlamı yoktur. sembolünün niceleyici, () sembolünün parantez, sembolünün tümel evetleme, Ex’in yüklem olduğu bilindiğinde bu ifade, dilinize ait yarı anlamlı bir önermeye dönüşür.
Baş harfleriyle uyumlu olarak Ex nin ejdarha, Mx nin de mûnis olduğu varsayılsa bu durumda önermenin doğru veya yanlış olduğu hakkında ne söylenebilir? Bu kez, kimler hakkında konuşulduğu, belirli bir bölgedeki ejderhaların mı ele alındığı, ejderhaların gerçek varlıklar mı yoksa hayali varlıklar mı olduğu gibi sorular sorulmak durumundadır. Diğer bir ifadeyle, bu yüklemlerin ancak kaplamlarının belirlenmesi şartıyla belirli bir evrende –ki buna konuşma evreni denir- bu önermenin doğru olup olmadığına karar verilebilir.
Diyelim ki, bu söz konusu önermeye ait şöyle bir yorumum var:
Adları a,b,c olan üç nesneli bir evren var. Bu evrende a ve b E’yi doğru kıldığı için E’nin kaplamında yer alıyor. M’nin kaplamında ise sadece b adına sahip nesneler yer alıyor. Burada ilkesel olarak sonsuz çeşitlilikte yorum yazılabileceğine dikkat edilmeli. Evrenimizi genişletip daraltabilir; neye ejderha neye munis deyip demeyeceğimiz farklılaşabilir ve dolayısıyla sonsuz çeşitlilikte yorum yazılabilir.
Ö₁ önermesinin Y₁ yorumu altında doğru olduğunu söylüyoruz. Bu, E’nin hem de M’nin kaplamında yer alan bir bireyin var olduğu anlamına geliyor. Bu örnekte b bireyi böyledir. Onun ne olduğunun bilinmesi de gerekmiyor. İşte, Y₁ yorumuna Ö₁ önermesinin bir modeli denir. Çağdaş düşünce içerisinde en sık kullanıldığı şekliyle modelden kasıt budur.
Bir biçimsel dil içerisinde kendi yasalarımızı denklemlerimizi tanımlarımızı ifade ettiğimizde o postulatların, tanımların toplamıyla, öte yandan tanımlardan mantık yasa ve ilkeleriyle ispatlanabilecek teoremlerin tamamına teori/kuram denir. Bugün en sık kullanıldığı çağdaş anlamıyla teori, aslında özü itibarıyla matematiksel ve sentaktik bir yapıdan ibarettir. Dolayısıyla herhangi bir teori yorumlanmadığı sürece teoride geçen tanımlar, postulatlar ya da ilkeler doğru-yanlış diye bir doğruluk değeri alamazlar. Asıl mesele ise bir teorin sağlaması gereken bazı şartlarının bulunduğudur. Bu şart en az bir modelinin olmasıdır. Bir kuramın modeli olmaması çelişik olduğu anlamına gelir.
Bir diğer önemli husus modelin klasik mantıktaki küçük önermeye tekabül etmediğidir. Bir uçağın nasıl uçtuğunun bilimsel, apodeiktik (ἀποδεικτικός) manada bilinmesi ne demektir? Deductive nomological/tümdengelimci yasacı açıklama anlayışına göre, bunu açıklamak için, bu fenomenden önce ve ona temel teşkil edecek şekilde en az bir yasayı bilmek ve o yasadan hareketle birtakım ilk şartların bulunduğu bir küçük öncülü dikkate almak gerekir. Eğer bu ikisi bir uçağın belirli bir saniyede belirli bir hızla hareket ederken kaç metre yükseğe çıkacağını sonuç olarak veriyorsa, buna bir açıklama getirildiği söylenir. Şu halde söz konusu yasadan hareketle nedeni ortaya koymak demek, küçük öncülden/ilk şartlardan (first conditions) hareketle belirli bir olguyu açıklamak demektir. Bunun nedensel bir açıklamadan farkı bir fenomeni belirli bir matematiksel yapıdan hareketle betimlemeden ibaret olmasıdır. Bu, bir şeyin gerçekten niye uçtuğunun bilindiği anlamını taşımaz.
Bu olgu bir sonuç önermesi olarak betimlenmek istendiğinde ne şekilde yapılabilir? Klasik mekanikteki temel yasalardan belli varsayımlarla türetilmiş, akışkanlara uygulanabilen Bernoulli adında bir akışkanlar mekaniği yasası vardır. Bu yasa özünde belli bir akışkanın hızı arttıkça, yüzeye uyguladığı basıncın belli bir oranda azalacağını ifade eder. Diğer yandan belli bir akışkanın belli bir geometrik şekle sahip bir yüzeyin üzerinden akarken hızının nasıl farklılaşacağı da hesaplanabilmektedir. Hava bir akışkan olması hasebiyle uçağın belli bir hızla belli bir yönde gittiğinde üstünden ve altından geçen havanın hızı farklılaşır. O hızdan dolayı üstten ve alttan kanada yapılan basıncın azalması sebebiyle bir raddeden sonra uçağın kütlesi onu yukarı doğru iter ve havalandırır. Burada büyük öncül Bernoulli yasası iken küçük öncül kanadın yapısı, uçağın hızı, ağırlığı ve kütlesi gibi şeylerdir. Bunlardan belli hızla hareket eden bir uçağın, belli saniye sonra belli metreye çıkacağı sonucu çıkarılabiliyorsa, yasacı modele göre uçakların nasıl uçtuğunun açıklaması verilmiş olur.
İlk başta bir yasa olarak ortaya konan ifade, pür sentaktik cihetten bakıldığı takdirde bir işaret dizisinden ibarettir. Bu ancak yorumlanınca realite ile ilgili hâle gelir. Yorumlama yapılırken de aslında sözgelişi şu terim şu akışkanın hızına, bu terim kütleye karşılık gelirse, bu yasadan bu şartlar altında türetilen sonuçların bu tip fenomenlerin bir açıklamasına dönüşeceği söylenmiş oluyor. Ancak aynı kuramın çok başka bir fenomenin açıklamasında da işe yaramayacağı bilinmemektedir.
Öte yandan hiçbir zaman bilimsel bir kuramın doğrulanmasından söz edilemiyor. Çünkü deneyler ve gözlemler tekil olaylara ait oldukları için hiçbir zaman tümevarım sağlamıyor; çıkarımın ötesinde bir zorunluluk vermiyor. Bu da bilimsel kuramların çok ciddi teorik sorunları olduğunu gösteriyor. Sentaksla semantik ayrımı yapıldığı için aynı fenomeni açıklayan ilkesel olarak sonsuz çeşitlilikte matematiksel kuram ya da yapı olabilir. Bu anlamda bilimsel kuramların gözlemler ve deneyler, olgu ve fenomenler bakımından eksik belirlenmiş (underdetermined) olduğunu söylüyoruz. Dolayısıyla nihai anlamda bir kuramın o nesnenin veya olgunun hakikatini verdiği söylenemez.
Herhangi bir kuram belirli deney ve gözlemlerle doğrulanıyor olsa da söylenebilecek en nihai yargı bunların bir takım testleri geçtikleridir. Hiçbir zaman nihai olarak doğrulandıkları ileri sürülememektedir. Bilimin genişlemesine ve özgürleşmesine ve nesne geliştirmeye yönelik bu muazzam açılımın felsefî bir bedeli de var. Bu bilimsel teoriye sözdizimsel/sentaktik yaklaşımdı. Sentaktik yaklaşımda biçimsel dildeki işaret dizileri yazılarak onda geçen yüklemler/adlar, o yapı içerisinde teorik terimler olarak tanımlanır. Ayrıca, bunları bir takım olayları açıklamakta kullanmak üzere bir takım teorik postulatlar öne sürülür. Fakat bunun gerçekliğe uygulanabilmesi için teorik terimlerle gözlem terimlerini ilişkilerinden bağlantı postulatlarına ihtiyaç vardır. F=M×A örneğinde olduğu gözlemlenemeyen teorik terimlerle ilgili hesaplamaların yapılabilmesi için belli şeylerin gözlemlenmesi gerekir. Dolayısıyla, bir bilimsel teori bu bağlantı postulatlarını verdiğinde açıklama kabiliyetini kazanır. Unutmamak gerekir ki bu anlatılan görüş son derece ortodoksi bir anlayışı temsil etmektedir.
Ancak bu görüşe tersinden karşı çıkan semantik anlayış ise aslında bir teorinin, belirli bir modeller kümesi ya da sınıfı olduğunu ileri sürüyor. Bu düşünüş biçimi sentaktik yapıyı değil, belirli bir bütünlük oluşturan modelleri esas alıyor. Burada esas olan teori değil modeldir. Teorinin kendisi bir modeller toplamı olarak açıklanmaya çalışılıyor. Model ve o modeli tanımak öncedir; o modellerin toplamı olarak bir teoriden bahsedilebilir. Modellerin hepsinin aynı anda model olarak ele alınmasını sağlayan her neyse o teoridir. Diğer bir ifadeyle: Önce nesne tanınır ve anlaşılır. Sonra onun biçimine geçiş yapılarak bu nesnenin böyle diğer bir nesnenin şöyle bir biçimi var ve bunların biçimleri birbirine benziyor denilerek teoriye varılır. Bu yaklaşım biraz daha sezgisel ve daha ziyade amel edilebilecek nesnelere; onları tanıyıp anlamaya öncelik veriyor. Semantik diye isimlendirilmesi de buradan ileri geliyor.
Diğeri yaklaşım ise teoriyi tamamen matematiksel veya sentaktik bir oyun gibi telakki ediyor. Bu, çok özgürleştirici bir yaklaşım. Gelgelelim, bunun tamamen anlamsız işlerle uğraşmamıza yol açabilecek bir yönü de var. Çünkü bu oyunun bir sonu yok. Bu noktada meselenin ekonomi-politiği devreye girmeye başlıyor. Matematiğinin nasıl anlaşılması, hangi araştırmaların fonlanması gerektiği gibi tartışmalar gündeme gelmeye başlıyor.
V. Bilimsel Teorilerin Gelişimi
Çok önemli başka bir tartışma konusu da bilimsel teorilerin gelişimi ile ilgilidir. Acaba bilimsel teoriler gelişen, daha iyi teorilere doğru evirilen şeyler midir? Bilimsel teorilerin gelişmeleri daha rasyonalist bir zeminde açıklanabilir ve bir ilerlemeden bahsedilebilir mi? Yoksa teorilerin gelişimi daha çok biyolojik evrimdeki gibi midir?
Burada az önceki ortodoksi anlayış esas alındığı takdirde, bilimsel teorilerin nihai olarak ne doğrulanabilen veya ne yanlışlanabilen ifadeler olmadığı hatırlanacaktır. Bir teori için doğru, öbürü için yanlış diyerek bir tercihte bulunulamıyor. Teorik terimlerin sentaktik bir dizge içerisinde tanımlanmasının, onların anlamlarının tam olarak belirlendiği anlamına gelmiyor olduğunun idrak edilmesi çok mühimdir. O teorik terimlerin farklı yorumlar altında farklı şeyler ifade edebilmesi de söz konusudur. Bu yüzden herhangi bir kuramın doğru ya da yanlış olduğu söylendiğinde bundan ne kastedildiği de belli olmamaya başlıyor. Gelgelelim kaynaklarımız sınırlı olduğu gibi bir takım pratik ve pragmatik ihtiyaçlarımız da var. Bilimsel teorilere de muhtaç durumdayız. Bu açıdan hangi bilimsel teorilerin desteklenip hangilerinin desteklenmemesinin kararı da verilmek durumundadır. Metafiziksel sorunlar da barındırdığı için eğer buna doğruluk üzerinden karar verilemiyorsa, burada tercih kriterimizin ne olacağı sorusu önem arz ediyor.
Bazıları, aslında bilimsel bilginin biteviye teraküm ederek ilerlediğimizi, gitgide ideal gibi bir şeye yakınsadığımızı düşünüyor. Bu fikrin temelleri Kant’a kadar götürülebilir. Doğanın bir düzenliliği var ve o düzenlilik gittikçe daha iyi anlaşılıyor. Bir anlamda Popper’ın meşhur “very simulated” kavramı itibarıyla bütün hakikate yakınsıyoruz. Diğer taraftan kimileri ise, bunun sürekli ilerlemeler şeklinde değil birtakım sıçramalarla olduğunu düşünüyor. Hatta bu devrimler gerçekleştikten sonra vardığımız yerin bir öncekiyle karşılaştırılamaz olabilmesi bile söz konusu olabilir.
Lakatos’un Bilimsel Araştırma Programları
Bu proje çerçevesinde daha verimli sonuçlar verebilecek bir yaklaşım olarak Lakatos’un bilimsel araştırma programları kavramından bahsedilebilir. Lakatos bir kuramın doğruluk meselesine hiç girmeden bir öneri getiriyor: Bir bilimsel araştırma programı, belirli bir deneyi, öne sürülen bir tezi yanlışladığı diye terkedilmez. Bilimsel araştırma programı ne basit anlamda bir iddia ile ortaya çıkar, ne de basit anlamda bir yanlışlanma ya da bir deneyle sona erer. Bilimsel araştırma programlarının bir katı çekirdeği vardır. Mesela, Aristoteles’in metafiziğinden gelen “evrende cevherler vardır” veya “cevherler değişim içerisindedir” yahut “cevherlerin değişimi kuvve fikrine dayanarak açıklanabilir” gibi birtakım ilkeler böyledir. Bu temel ilkelerden vazgeçildiği takdirde Aristotelesçe araştırma programının dışına düşülmüş olu. O araştırma programının içine girmek için, katı çekirdek ismi verilen dokunulmayacak ilke veya yasaların hepsi kabul edilmek durumundadır. Fakat araştırma programı Lakatos’a göre bundan ibaret değildir. Her bir bilimsel araştırma programının bir de pozitif yordamı vardır. Negatif ilkeler tam olarak nelere dokunulamayacağını anlatırken program içerisinde geliştirilen bir kuramda belli sebeplerden dolayı bazı değişiklik ve revizyonlara gitme lüzumu zuhur ettiği takdirde değişikliğe gidilebilecek alanın sınırlarını pozitif yordam belirler. Pozitif yordamların üretilebildiği alan koruyucu kuşak diye adlandırılır. O alan, kuram yürümediği takdirde katı çekirdeğe dokunmadan başka bir şey denemeyi teklif eden, problemlerin halledilip eleştirilerin veya anomalilerin abzorbe edildiği bölgeye karşılık gelir.
Eğer bir bilimsel araştırma programı, bu şekilde teoriler geliştirirken ya da belli problemlere çözümler önerirken gelişiyorsa, yeni kuramlar ortaya koyabiliyor ve daha önce açıklanamayan şeyleri açıklayabiliyorsa gelişen yönde bir kuramdır. Eğer yeni alternatifler ortaya koyamıyor, yeni soruların ortaya çıkmasına sebep olmuyorsa –ki bu da önemli, yozlaşan bir teori dizisine sahiptir.
Lakatos’a göre kaynak olarak gelişen teori dizilerine sahip programlar desteklenmelidir. Ancak şu noktaya –ki projeniz için Lakatos’u tavsiye etmenin sebebi de bu, dikkat edilmelidir: Belki de bir bilimsel araştırma programı belli bir dönemde çok farklı nedenlerle bazı teorileri geliştirebileceklerken, bazı sorunları çözebileceklerken çözememiş olabilirler. Diğer yandan o dönemde bir başkası ilerliyor görünür; belli başarılar sağlar. Fakat belki de, o tercih edilmeyenin önü gerçekte çok açık olmasına rağmen o anda bilinmiyordur. Bu yüzden tarihin derinliklerine gömülüp gitmiş olabilir. Bu mümkün.
Biz bilimsel kuramın doğru olduğunu bildiğimiz için mi destekleyeceğiz? Hayır, Lakatos bunu demek istemiyor. Belli bir dönemde ilerlemeci bir karakter arz ediyorsa destekleniyor ve yoluna devam ediyor. Eğer gelişimin bir aşamasında çok fazla anomaliyle karşılaşıp yozlaşmaya başlıyor; ilerleyemeyip yeni alternatifler getiremiyorsa, o vakit insanlar bir zamanlar terk edilen bilimsel araştırma programlarına ya da alternatif olarak ortaya çıkan bilimsel araştırma programlarına yüzlerini dönebiliyorlar.
Bunun da ötesinde hiçbir zamanda tek bir bilimsel araştırma programı olmuyor. Szin uğraştığınız projeler gibi alternatif araştırma programları var oluyor. Onlar birbirleriyle çatışıyorlar ve belli görüşler öne sürüyorlar. Hatta aynı bakış açısının fıkıh ya da kelam mezhepleri için de geçerli olduğu da söylenebilir. O mezheplerin de katı bir çekirdeğinin olduğu; pozitif-negatif yordamların olduğu ileri sürülebilir. Belli mezhepler belli bir dönem insanların ihtiyaçlarına karşılık veremediği için terkedilmiş, geri plana itilmiş; belli mezhepler ön plana çıkmış olabilir. Farklı olarak Lakatos’a göre belli bir bilimsel araştırma programına devam etmek için bir kendinde hakikatin olması da gerekmez. Ona göre bir şey “kendinde hakikati” olduğu için değil belli bir yöntemi sergilediği için bilim vasfını haiz oluyor.
Sözün özü, bilimsel araştırma ve açıklama, onun yasalara ihtiyaç duyması, o yasaların yeri, konumu ve yorumlanmasıyla ilgili teorik zeminlerin belli başlı yönlerini kısaca ele almış oluyoruz. Yanı sıra, teorilerin nasıl anlaşıldığı bunun modellerle nasıl ilişkilendiği ve az önce bahsedilen katı çekirdeğin bir parçasının aslında sadece fiziksel ilkeler olmayıp metafiziksel bir ilke olma durumuna da ana hatları itibarıyla temas etmiş oluyoruz. Şimdi ise bu bahsedilen Modern bilim yaklaşımın Kant’a uzanan köklerinin izini süreceğiz.
VI. Modern Bilimin Kant’a Dayanan Kökleri
Klasik ile çağdaş düşünüş biçimi ayırt edilmek isteniyorsa, dil ile nesne ya da, zihin ile nesne arasındaki münasebetin çok köklü bir şekilde dönüştüğüne dikkat edilmelidir. Kant’a göre kendi başına düşünürler, dilin dolaysız bir şekilde adlandırdığı külliler ya da cevher yoktur. Diğer bir ifadeyle, tanım gerçekten bir düşünülürün özünü yakalar denilemez. Peki, ama düşünürler (noēta) veya cevherler kendi başına yoksa sözlerimiz neyin hakkında konuşmaktadır? Bu mesele gerçekten hayati bir öneme sahiptir. Kant’ın buna cevabı kısaca şudur: Kendi tecrübemiz içerisinde kurarak. Burada bunun nasıl gerçekleştiğinin ayrıntılarına girmemiz gerekiyor.
Bir şey nasıl benim nesnem olur ve hakkında konuşurum? Kant’a göre nesne bize dolaysızca verilmez, özne kendi nesnesini kendisi inşa eder. O, sentez ile bir şeyleri terkip eder, birlik içinde tutar ve ancak bu şekilde o şey ona bir nesne olur.
Duyusal alanda kişi mümkün nesneler ile karşı karşıyadır. Kendi başına orada nesneler yoktur. Özne orayı parçalayıp sınıflandırma kabiliyetine sahip olup orada onun için mümkün nesneler bulunmaktadır. Eğer kişide herhangi bir kavram yoksa duyusal alanla karşı karşıya geldiğinde mutlak ile ilgili bir tecrübe yaşar; orası ona mutlak bir şekilde görünür. Zihinde sağ, sol, kırmızı, yeşil gibi kavramlar yoksa kişiye parçalanamaz bir şekilde görünür ve nasıl parçalayıp sınıflandıracağını bilemez. Kişinin en temelde çokluk kavramına sahip olabilmesi için dahi zamanın aktığını fark etmesi, anları ayırt edip sentezleyerek bir çokluk fikrine erişmesi gerekir. İlk çokluk fikri bile sentezleme yoluyla oluşur.
Kant duyusal temsillere de kavramlara da ‘vorstellung’ (temsil) adını verir. Kavram, Kant’ta bir birlik verme fonksiyonudur. Birlik verilen temsiller, tasavvurlardır. Yani resmetme ‘bild’ üretme kurallarıdır. Bir kavramımın olması demek, bir resmi üretebilme kurallarının birliği demektir. Peki, bu nerede işe yarar? Nesnenin inşasında.
Kant’a göre insan zihni şu şekilde çalışır: Kişi duyusal alandaki bir nesneye yöneldiğinde, o nesneyi bir kavramın altına düşürmeye çalışır. Zihin, o duyusal malzemeyi kavramayı sağlayacak kavrama dayalı bir resim, hayal oluşturur ve sonra oluşturduğu bu imgenin o duyusal malzemeyle uyuşup uyuşmadığını kontrol eder. Bir bakıma muhayyile bir arama programı gibi çalışır. Böylece bu malzemenin hangi kavrama dayalı olarak oluşturulan bir imge/bild üzerinden yakalanabileceğini dener. İmge ile duyusal nesneyi çakıştırmayı başardığı takdirde, recognition/tanıma nesneyi kavramın altına düşürerek yakalar.
Oluşturulan bir imge her daim şema denilen belli kurallara tabidir. Dört kategoriyi belirleyen dört temel şema vardır. Bu dört temel şemaya tabi olmayan bir imge üretilemez. O yüzden bütün nesneler Kant’ın kategorilerine apriori olarak tabi olmak zorundadır. Bir nesneyi duyusal alanda ayırt edip kavrayabilmek için kişi bir imge oluşturmak, o imgeyi o duyusal olana çakıştırabilmek ve o imgeyi oluştururken de şema denilen bir takım saf kurallara tabi olmak zorundadır. O hâlde, herhangi bir duyusal malzeme çok farklı resimler üzerinden yakalanabilir. Çünkü resmetme kuralları genel kural olmaları itibarıyla sayıca boldur. Aynı kural setine bağlı olarak sonsuz çeşitlilikte imgeler oluşturulabilir. Çok farklı kavramlarla çok farklı imgeler oluşturulabilir. Bu durumda bir şey nesne kılınıp kavrandığında hiçbir zaman o nesnenin kendisini ve kendindeliğinin kavrandığı öne sürülemez. Kişiye tezahür eden bir şeye bir imge çakıştırılarak onu nesnesi kıldığı söylenebilir.
Burada model meselesine gelmiş oluyoruz. Bu açıdan bakıldığında şöyle bir terminoloji kullanabiliriz: Kant’a göre tasavvurların bir birlik içerisinde tutulmasını sağlayan şey yargı fiilidir (hüküm). Yargı içerisinde kavram ve kavramın tuttuğu nesne ortaya çıkar. Objekt (nesne) yargı fiili içerisinde tutulan bir şeydir. ‘Gegenstand’ denilen görüdeki karşılıksa, o tasavvurların birliği olarak tutulan nesne veya kavrama dayanılarak inşa edilen ‘bild’ üzerinden yakalanan her ne ise odur. Yargı fiili içerisinde kavranan nesneyi duyusal malzemeye bağlayan unsur ‘bild’in kendisiyken o bildin temel oluşturma kuralları şemalardır.
Çağdaş bilim ve dil felsefesinde bu bakış açısının analojik olarak korunduğunu söyleyebiliriz. Kant’taki birlik verilerek kavranan nesnenin (objekt) yerini dilin imkânları içerisinde terimleri ilişkilendirilerek kurulan nesne alıyor. Objekt’in mekânı Kant’ta yargı iken çağdaş dil felsefesinde bu, dilin kendisidir. Bugün Kant’ın dediği gibi bir yargı fiiline ihtiyacın olmadığını; nesnenin biçimsel bir dil içerisinde terimlerin ilişkilendirilmesi üzerinden tanımlanarak kurulabileceğini düşünüyoruz. Duyusal malzemeye çakıştırılan o sentetik ‘bild’in yerini ise model almaktadır. ‘Bild’in yerini alan modelin mekânı da küme dünyasıdır. Öyleyse dili doğru-yanlış kılan, ona uygun olan şey küme kuramsal modele dönüşür. İmge oluşturmakta kullanılan şemanın yerini ise küme kuramının aksiyomları alıyor. Bir şeyin model olmasının, küme veya küme topluluğu olabilmesinin genel şartlarını küme kuramının aksiyomları belirliyor.
Dile getirilen ve dil içerisinde tutulan objekt bol bulunan bir şey olduğuna göre sonsuz çeşitlilikte ‘bild’e sahip olunabilir. Dolayısıyla herhangi bir nesne için küme kuramsal olarak sonsuz çeşitlilikte model inşa edilebilir. Bu model üzerinden fiziksel gerçeklik alanındaki bir şeyi kavrayarak kendimize sunabileceğimizi düşünürüz. Küme kuramsal modeli, duyusal/fiziksel alandaki ‘gegenstand’a çakıştırdığımız kanaatini taşıdığımızda, dilde kurduğumuz nesne üzerinden o gerçekliği kendimize sunup açıkladığımızı düşünmeye başlıyoruz. Karşılaştığımız bir fenomeni belli bir model üzerinden, fenomene modeli çakıştırarak nesnemiz kılabiliyorsak, bir kuram geliştirdiğimizi ve o model yardımıyla o nesneyi açıklayıp kavradığımızı öne sürüyoruz.
Öte yandan Kant Birinci Kritik’te, çok önemli bir noktayı, bilimin bu tek bir nesnenin kurulması faaliyetinde olduğu gibi yoluna devam etmediğini de ifade ediyor: Tecrübeme baktığımda sanki orada bir nesneler topluluğu varmış da benim onları araştırıp kavramamı bekliyorlarmış gibi bir algıya sahibim. Oysa bu sırf, aklın düzenleyici faaliyetinden ileri gelir. Akıl düzenleyici faaliyeti ile –kurucu faaliyeti ile değil, müdrikenin imdadına yetişerek sanki orada nesnelerin oluşturduğu araştırılması beklenen bir düzen varmışçasına davranır. Bilim her zaman orada bir nesne sistemi varmış gibi düşünerek hareket eder. Buna bir tür metamodel diyebiliriz. Ancak orada bir nesne topluluğu ve düzeni olduğunu düşünmemizden kalkarak, orada kendi başına bir nesnel dünya olduğunu söyleyemeyiz. Bu bize sadece bir oryantasyon sağlar. Aklın düzenleyici faaliyeti bana bir dünya kurar ve ben o dünya içerisinde yolumu bulmaya ve kuramlarla onun farklı veçhelerini açıklamaya çalışırım. Bu dünyayı çok farklı veçheleri açıklamak üzere çok farklı kuramlar geliştirebilirim. Bir başkası da bunu farklı bir sistem olarak anlayabilir. Kant, dünyalarımızın farklı olmasına izin verir. Ancak söz konusu bu dünyalar, birer kurgu olmak itibarıyla sadece bilimsel faaliyet yani teori geliştirme faaliyetini yönlendirme işine yarar.